Sık Kullanılanlara Ekle |  Reklam  |  İletişim
  Röportaj 
  Poyraz: “AKP en az bin defa kapatılmayı hak etti!”
Poyraz: “AKP en az bin defa kapatılmayı hak etti!”
 
   

     Tutuklu kaldığı 6 yıl 9 aylık süreçte yaşadıklarını anlatan Yazar Ergün Poyraz, iddia edilen Ergenekon Örgütü için, “Orada bizi örgüt olmakla suçladılar. Ama orada bırakın örgütü, bir okey masası kuramazsınız.” dedi. İddianamede kitaplarının dağıtımının örgüt tarafından yapıldığının belirtildiğini, kitaplarını dağıtan şirketin aynı zamanda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de kitaplarını dağıttığını anlatan Poyraz, “ ‘Abdullah Gül de o zaman benim örgütte, onu da alın gelin.’ dedim. ‘Niye benim örgüt arkadaşlarımı almıyorsunuz da, burada tanımadıklarımla beni yargılıyorsunuz?’ dedim, tabii cevap yok.” şeklinde konuştu. Davada tahliye olan bazı isimlerin Başbakan Erdoğan’ın ‘elini eteğini öpercesine’ demeçler verdiğini de dile getiren Poyraz, “Her iki taraf da, Atatürkçü ve laik kesimin can düşmanı, hasmı. Hasmın, -biraz ağır olacak ama, kucağında hasımla mücadele olur mu? Mümkün değil. Dolayısıyla o yalnızca kendini ya da insanları kandırmaktır. Kim derse ki, ‘Cezaevinde yattım, kin duymuyorum’, mutlaka bir sahtekârlığı vardır. Cezaevinde bırakın 7 yılı, 7 saat haksız yere yatırılan bir insan bile kin duyar.” görüşlerine yer verdi.
     İşte Poyraz’ın EreğliBülteni’nin sorularına verdiği yanıtlar…



    . Dört duvar arasında geçen günlerinizde neler yaşadınız? Nelere sitem ettiniz ya da sevindiniz? En önemlisi de, neden orada olduğunuzun yanıtını bulabildiniz mi?
     27 Temmuz sabahı geldiler, Ümraniye’de bir çatı katında saklanan bombaları bahane ederek gözaltına alındık. Ve ciddi olarak niye gözaltına alındığımızı da söylemediler. Niye tutuklandık, haberimiz yok. Çünkü tutuklayan hâkim tek bir soru bile sormadı. Tutuklandık; tahliye olana kadar geçen 7 yılda hiçbir hâkim bir tek soru sormadı. Niye tutuklandığımız belli olmadığı gibi, niye tahliye olmadığımız da belli olmadı. Suçlamalara bakıyorsunuz; devlet sırlarını ifşa etmek… Benim kitaplarımda yazdığım her şey belgelidir. Devlet sırrı olan hiçbir şey yok. Gizli belge olarak da hiçbir şey yok. En gizli belge dedikleri konferans metinleri, en az binlerce kişi izlemiş ki, gizli olmasına imkân yok. Sanıyorum, devleti yönetenlerin, AKP yöneticilerinin, yağma, talan, soygun, vurgun ve ihanetlerini kitapta belgeli olarak yazınca, onu devlet sırrını açıklamak olarak nitelediler. Ya da AKP’nin Genel Başkanı ve diğerlerinin kökenleriyle ilgili yazdıklarımı devlet sırrı olarak nitelediler. Ama ben bunları durup dururken yazmadım. Çünkü ilk önce kendileri açıkladılar. Sonra o açıkladıklarının yalan olduğunu ben belgeledim. Ve bu yüzden de sanırım devlet sırrını açıklamaktan dolayı 7 yıl kaldım.
     Cezaevinde hiç isyan etmedim. Çünkü bu bir mücadeledir. Bunun içinde hapis var. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Necip Hablemitoğlu, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu gibi aydınlar, bu uğurda hayatlarını verdiler. Bunların yanında bizim cezaevi süreci hiçbir şey gibi gözüküyor. Ama haksız yere 7 yıl yatmış olmak, insanın mücadele azmini kuvvetlendirdiği gibi, onlara duyduğu kini de artırıyor. Kim derse ki, ‘Cezaevinde yattım, kin duymuyorum’, mutlaka bir sahtekârlığı vardır. Cezaevinde bırakın 7 yılı, 7 saat haksız yere yatırılan bir insan bile kin duyar. Çünkü her şeyden uzaksınız. Ailenizden, çocuklarınızdan, yakınlarınızdan… Gökyüzündeki yıldızı göremiyorsunuz, nasıl kin duymazsınız? Ve dört duvar arasında bir kedi gibi ya da bir fare gibi tıkılısınız. Kendi başınıza yapabileceğiniz hiçbir şey yok. O nedenle, mücadele azmimizi kuvvetlendirmiştir ve kinimizi de bilemiştir.

    . En çok neyi özlediniz?
     İnsanın özlediği çok şey oluyor. Çocuğunuzla yan yana olmak, annenizle, kardeşlerinizle yan yana olmak en çok özlenenlerdir. Hatta sevmediğiniz şeyleri bile özlüyorsunuz. Mesela ben sütlaç sevmem. Bir cezaevinde dediler ki, ‘Sütlaç fişi yazarsanız, dışarıdan sütlaç getireceğiz.’ Biz de yazdık, bir Salı günüydü… Salı günü gelmedi ve sordum ‘Niye gelmedi sütlaç’ diye. Dediler ki, ‘Salı yazacaksınız Cuma gelecek.’ O sevmediğim sütlacı Cuma gününe kadar bekledim. Ve Cuma günü o geldiği zaman, bayram gibi oldu. Orada her şeyi özlüyorsunuz… Sevmediğinizi de özlüyorsunuz…


    . Kızdıklarınız, isyan ettikleriniz nelerdi?
     Orada bizi örgüt olmakla suçladılar. Ama orada bırakın örgütü, bir okey masası kuramazsınız. Birbirini seven dört kişiyi kesinlikle bir arada göremezsiniz. Adam askerlik yaptığı yerde bombaları çalmış, sonra da bir gecekondunun damında saklamış. Bu bombalar yüzünden ve bu bombaların sahibinin bombaları neden çaldığını araştırmak yerine, bunun insanları araması suretiyle insanları irtibatlı gösterip, bununla ve herhangi bir örgütle hiçbir ilgisi olmayan insanların, yani bizlerin, haksız yere örgüt olmak ve diğer suçlamalarla suçlanmamız tabii ki isyan ettirdi. Çünkü o suçlama değil, bile bile atılmış bir iftiraydı. Ve burada, çok güvendiğiniz devlet, çok güvendiğiniz yargı size tuzak kurmuş. Size bile bile iftira atıyor. Ve attığı iftiraların da haddi hesabı yok.
     Bir gün iddianameye bakıyorum, ben, Yargıtay Savcılarından Ömer Faruk Eminağaoğlu ve Jandarma İstihbarat Başkanı Levent Ersöz ile beraber, Ankara Liman Lokantası’nda yemeğe katılmışım. Yemekte de AKP’nin kapatılması konuşulmuş. Neler yapılacağı üzerinde müzakereler edilmiş. Baktım, benim sayfamda bununla ilgili hiçbir bilgi yok. Daha çok İşçi Partililerde var ve bir kısmında tarih yok, bir kısmında da tarih var. Suçlamaya baktım bu. Bir de tarihe baktım, yemeğin yendiği tarih Ocak 2008. Duruşmada söz aldım, “Böyle bir iddianız var, -gerçi benim bölümümde yok ama, bunun altında 10 polis, 3 savcının imzası var, bu belge sahtekarlığın tavan yaptığı bir belgedir.” dedim. “Evet” dedim ve “Şimdi ben bu insanlarla yemeğe gittiğimi kabul etsem, beni yemeğe götürenleri buraya almanız gerekmeyecek mi?” diye sordum. Öyle bön bön yüzüme bakıyorlar. “Bakmayın” dedim, “Ben o tarihte Ergenekon’dan tutukluyum. Ben tutukluyken o yemeğe nasıl gittim? Ha AKP’nin kapatılması diyorsanız, onun için canımı bile veririm. AKP’nin kapatılması en çok umut ettiğim, istediğim bir şeydir. Bundan da hiçbir zaman gocunmadım. Ama 10 polis, 3 savcı imza atıyor altına ve ben o tarihte Kandıra’da tutukluyum.”
     Böylesine iftiralar vardı. Bir de bana, ‘Kitaplarını örgüt dağıtıyor, örgüt dağıttığı için de her yere ulaşıyor ve dolayısıyla da örgüt adına hareket ediyor’ diyorlardı. “Bakın iddialarınızın birisi de bu” dedim, “Ben kabul ediyorum evet örgüt dağıtıyor. Ve örgüt bunu süper dağıttı. Ama buradakilerin hiçbiri o örgütte değil ki. Getirin benim örgüt arkadaşlarımı beraber yargılanalım. Benim kitaplarımın bir tek dağıtıcısı var: Alfa Dağıtım. Başka hiç kimse dağıtmamış. 168 bin tane Musa’nın Çocukları, bir o kadar da diğerleri… Dağıtan tek dağıtım şirketi Alfa Yayınları. Bunun da sahibi AKP Şanlıurfa Milletvekili Faruk Bayrak. Alın gelin onu.” dedim. İkincisi, Alfa Dağıtım aynı zamanda Abdullah Gül’ün de kitaplarını dağıtıyor. “Abdullah Gül de o zaman benim örgütte, onu da alın gelin.” dedim. “Niye benim örgüt arkadaşlarımı almıyorsunuz da, burada tanımadıklarımla beni yargılıyorsunuz?” dedim. Tabii cevap yok. İddianamede çok net yazıyor: Kitabı örgüt dağıtıyor. E dağıtıyorsa işte bu. Sadece Musa’nın Çocukları’nda Alfa Yayınları’nın 3 milyon liranın üzerinde faturası var. Sonuçta yok, ne deseniz boş.

    . “Dağıtan ortada buyurun inceleyin” diyorsunuz…
     Dağıtan belli, AKP Şanlıurfa Milletvekili, faturalar da önlerinde. Milletvekilinin de beyanı var “Evet bu kitabı ben dağıtıyorum” diyor. Tayyip Erdoğan ile de kavga etmiş. Tayyip Erdoğan “Dağıtırsan seni milletvekili yapmam” demiş. O da “Yapmazsan yapma, ben ticaret yapıyorum ve burada hiç kimseye ayrıcalık yapmam. İşim dağıtmak, kimin kitabı olsa dağıtırım.” demiş. Buna rağmen örgüt dağıtıyor demek, bir devletin ya da bir yargının yapamayacağı bir sahtekârlık. Ama yapıldı.

    . Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalarda, bu tip akıl almaz durumlara ne yazık ki çokça rastladık. Ancak en azından şu an için Ergenekon Davası’nda yargılananların hiç olmazsa özgürlüklerine kavuşmasından bir parça mutluluk duyabiliyoruz. Bir yanda da, devlet yetkilileri tarafından ‘kumpas’ denilmesinin üzerinden aylar geçmesine karşın, halen insanların tutsak bulunduğu Balyoz Davası gerçeği var. Çözüm için ne bekleniyor? Konjonktürel, uygun bir siyasi hava mı?
     Bütün davaların ortak özelliği, içeride yatanların Atatürkçü ve ulusalcı olmasıdır. Ve her birinin üzerine, yapmadıkları işin atılmasıdır. Yani hemen hemen tamamı, iftiraya uğradı. 17 Aralık operasyonlarıyla, hükümet ve AKP kanadında büyük bir panik başladı. Bu işin daha orijinaline gittiğiniz zaman, Avrupa Parlamentosu kararlarına bakmanız gerekiyor. Mesela bu kararların birisi şu: “Kardak Yunan adalarıdır. Dolayısıyla Kardak, Avrupa Birliği’nin topraklarıdır ve buraya çıkanlar cezalandırılmalıdır.”
     Bakın Kardak’a çıkanların hepsi içerideler. “PKK özgürlük savaşçısıdır. Onlarla mücadele edenler cezalandırılmalıdır.” diyor Avrupa Parlamentosu. Onlarla mücadele edenlerin hepsi içerideler. Avrupa Parlamentosu’nun kararları doğrultusunda içeri girmişlerdir. Bu arada, Tayyip Erdoğan ve cemaatin açıklarını ortaya çıkaran, onların yolsuzluklarını, ihanetlerini ortaya koyanlar da içeridedir. Arada onlar da konuldu.
     Yine ya 2012 ya da 2013’te Avrupa Parlamentosu’nun verdiği kararda, ‘Ergenekon ve benzeri davalarda uzun tutukluluk infaza dönüşmüştür, dolayısıyla uzun tutukluluğun bitmesi gerekiyor’ denildi ve yavaş yavaş bizim tutuklulukların da uzun olduğu söylenmeye başladı. 17 Aralık milat oldu. Yalçın Akdoğan, ‘davalarda kumpas var’ dedi. Ardından Fethullah Gülen, ‘Ben olsam bunların hepsini bırakırım’ dedi. Bunun üzerine Tayyip Erdoğan, ‘Bu davalarda katakulli var’ dedi. Hızını alamadı, itiraf etmek zorunda kaldı, ‘İçerdekiler suçsuz yere yatıyor’ dedi. Bir Başbakan, ‘İçerdekiler suçsuz yere yatıyor’ diyor… E biliyor çünkü kendisi ‘Bu davanın savcısıyım’ demişti. Kime ne iftira attıklarını çok iyi biliyor. Ve bu itiraflara rağmen, bir yerden emir aldıkları için bizleri çok hızlı bıraktılar, peş peşe tahliyelerle…
     Ve o öncesindeki süreci hatırlayın. Anayasa Mahkemesi Başkanı, ‘Anayasa Mahkemesi tahliye makamı değildir, kimse tahliye beklemesin’ dedi. Ardından Anayasa Mahkemesi tahliye makamı oldu. Bir Anayasa Mahkemesi Başkanı’na söylediğini yalatacak güç nedir? Hükümet mi? Değil. Çünkü Tayyip Erdoğan ve Bekir Bozdağ, ‘Çıkaracağımız paketten Ergenekoncular yararlanamayacak’ dedi çok net biçimde. Ve Bekir Bozdağ dedikten bir gün sonra, o sözünü de yaladı. Bekir Bozdağ’a bir günde o sözünü yalatan güç nedir?

    . Nedir bu güç size göre?
     Ben Avrupa Parlamentosu diyorum. Çünkü onların korkacağı başka bir güç yok. 700 milyar borcunuz varsa, tüm egemenliğinizi oraya devretmişseniz, oranın emriyle hareket edersiniz. Yoksa kimse Tayyip Erdoğan vicdana geldi, Bekir Bozdağ vicdana geldi diye düşünmesin. Bir gün önce vicdana gelmeyen, bir günde vicdana nasıl geldi?

    . Avrupa Parlamentosu açısından, sizlerin tutuklu kalması ile serbest bırakılmanız arasında değişen şey ne oldu?
     Avrupa Parlamentosu, 7 yıllık-6 yıllık tutuklulukları, çok uzun bulduğunu zaten kararında açıklamıştı. ‘Bu kadar uzun tutukluk olmaz, bu infazdır’ diyerek tahliye istemişti. Ve onun üzerine bunlar geldi. Bakın, Anayasa Mahkemesi Başkanı sözünü yiyor, sonra bir karar veriyor, önce Mustafa Balbay, sonra PKK’lı milletvekilleri, ardından İlker Başbuğ çıkıyor. Ve sonra da bizimle ilgili bir karar veriyor. O karara baktığınız zaman, ilk gördüğünüz şey, tüm Ergenekon tutuklularının tahliye olacağıdır. Çünkü kararında, ‘Gerekçeli karar yazılmadığı için hepsi hak ihlaline uğradı, gerekçeli karar yazılsaydı özgürlüğüne kavuşacaklardı, dolayısıyla tahliye edilmelidirler’ diyor. Kararı veriyor, güzel de bir organizasyon var. Fakat karar üzerine hemen hükümet özel yetkili mahkemeleri kaldırıyor. Ve ardından Abdullah Gül hızlı bir şekilde bu kararı onaylıyor. O da yetmiyor, Türkiye tarihinde ilk defa bir Resmi Gazete 6 saatte yayına giriyor. Ben ilk defa duyuyorum. Bu koordineli çalışmayı yaptıran gücün hükümet olduğunu zannetmiyorum. Ya da Abdullah Gül’ün olduğunu zannetmiyorum. Yani siz inanıyor musunuz bunların birden imana geldiğine? O zaman burayı bırakıyorsun, Balyoz’dakileri neden bırakmıyorsunuz, o da bir cümlelik karar. Ve ya Engin Alan’ı neden tahliye etmiyorsunuz?

    . Ne bekleniyor peki?
     Sanıyorum orada da aynı uyarının yapılması ve ya ‘tamam’ denilmesi bekleniyor. Yoksa burada herkesi birden bıraktın, burada neden yavaş gidiyorsun? Balyoz’da çok kolay, Yargıtay Başsavcısı bozma ister ve bozarlar. Ve ya Anayasa Mahkemesi nasıl ‘hak ihlaline uğramışlardır’ dediyse, orada da aynısıdır. Çünkü artık kumpasın olduğunu Başbakan Danışmanı söylüyor, Başbakan söylüyor. Yeni deliller ortaya çıkması, delillerin sahteliğinin ortaya çıkması da bozma nedenidir. Hızlanıp yapılabilir ama hep bir şeyler bekliyorlar. Ya da birinin uyarmasını, (kaba tabirle) dürtmesini bekliyorlar. Ve sonuçta da o insanlar suçsuz yere yatıyorlar.

    . Ergenekon ve Balyoz davalarının amacı neydi?
     Ergenekon’un asıl amacı, toplumda korku yaratmak, panik yaratmak, bir korku imparatorluğu kurmaktı. Tayyip Erdoğan’ın ve cemaatin aleyhine hiç kimseyi kalem oynattırmayacak hale getirmekti. Yine Ergenekon’da, Silahlı Kuvvetleri, kendi deyimleriyle ‘yola getirmek’ de vardı. Bakın, Ergenekon Operasyonları’nın Türkiye’de çok büyük yansıması olmuştur. Düşünün, Tansu Çiller Başbakan’dı; evinin bahçesinde, en ücra köşesinde kadın mayosuyla güneşleniyordu. Gazeteciler ağaçlara çıktılar, yer kiraladılar, teleobjektiflerle fotoğraflarını çekip yayınladılar. En mahrem konuşmalarını yayınladılar. Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde karısının en mahrem ilişkilerine kadar yayınlandı ve herkes bunu onurla yayınladı, yayınlayanlar ödüllendirildi. Peki Tayyip Erdoğan döneminde? Emine Erdoğan ile ilgili en ufak yazı yazana ‘Mahremimize girdiler’ diye Tayyip oradan bağırınca hepsi birden hak veriyor. Peki oradakiler Başbakan ya da Cumhurbaşkanı karısı değil miydi? Cumhurbaşkanı ya da Başbakan karısı sadece Emine Erdoğan mı? Peki o zaman övünülecek, ödül alınacak haberler, şimdi neden iğrenç kabul ediliyor? İşte Ergenekon Operasyonu… O zaman Ergenekon Operasyonu yoktu. Haberden dolayı, çoğu kez ceza bile almıyorlardı. Mesela Tansu Çiller kendisini o halde çeken gazeteciyi affetmişti. Ama burada, işte Ergenekon’dan içeri atılıyorsunuz, 7 senede çıkamıyorsunuz. Dolayısıyla, aynı onları öven gazeteci ve yazarlar, -ki bunlar anlı-şanlı gazeteci ve yazarlar, bugün Emine Erdoğan’la ilgili yazılanları, ‘Aile mahremiyeti’ diye ayıplayacak hale geldiler. Neden? Ergenekon Operasyonları’nın korkusundan… ‘Biz bunları korkudan söyleyemiyoruz’ demiyorlar. Ahlak kılıfına uyduruyorlar. Yürekleri yetmiyor yazmaya… Çünkü en hafifinden içeri girmek var. Tazminat davasını ağır açıyor ve kaybediyorlar. Ama o zaman ötekiler, tazminat davası bile açmıyorlardı. Peki yine aynı gazeteler, aynı haber müdürleri, ne değişti? Tansu Çiller’in bebekliğinden aldılar, en mahremine kadar yayınladılar. Aynı şeyi rüyasında Emine Erdoğan için yapsalar, ertesi gün gider Tayyip Erdoğan’dan özür dilerler. O operasyonların, Türkiye’deki bir yansıması da bu oldu…

    . Amacına ulaştı diyorsunuz…
     Kesinlikle…

    . Peki dağılmış değil mi bu korku şu an için?
     Hala da öyledir… Bir kısım insanlar üzerinde dağıldı. Bakın Ergenekon Davası’ndan çıkanların çoğu neredeyse Tayyip Erdoğan’ın elini eteğini öpecek. Verdikleri demeçleri izliyoruz.

    . Cemaate karşı, AKP tarafını seçmiş gibi mi görünüyorlar?
     Bakın, her iki taraf da, Atatürkçü ve laik kesimin can düşmanı, hasmı. Hasmın, -biraz ağır olacak ama, kucağında hasımla mücadele olur mu? Mümkün değil. Dolayısıyla o yalnızca kendini ya da insanları kandırmaktır.
     Biz her iki tarafın da işbirliği ile içeri girdik, onların işbirliği ile içerideydik. Tayyip Erdoğan o zaman ‘Ben bu davanın savcısıyım’ demiyor muydu? Beraber yapıyorlardı. Tayyip Erdoğan her tutuklamadan sonra, ‘Yargı ve yürütme mükemmel bir iş yaptı’ diye övünüyordu. Savcıya özel araç tahsis ediliyor, korumalar veriliyordu. Savcı (Zekeriya Öz) beni ikinci defa ifadeye çağırdığında, “Şimdi sen Tayyip Erdoğan’dan araba aldım, yer aldım diye çok seviniyorsun. Hatta Tayyip Erdoğan ortadan kaybolduğunda Abant’ta ortaya çıktı. Sen onunla görüştün mü?” dedim. “Ne zaman görüşeceğim?” dedi. “Görüştün. Hatta heyecandan çayı döktün önüne. O seni pışpışladı. Bak o pışpışladığı yere yakında tekme çakacak.” dedim. Ve sonuçta geldiğimiz nokta da öyle oldu.
     Ben son savunma dediklerinde savunma yapmadım, bir sayfalık kısa bir açıklama yaptım. “Biz buradan çıkmadan siz yargılanmaya başlayacaksınız” dedim. Ve hepsi de yargılanacaklardır.

    . Yıllardan bu yana, gerek AKP gerekse Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili araştırmalar yapan, kitaplar yazan bir yazar olarak, kısa süre öncesindeki yolsuzluk operasyonlarıyla iyiden iyiye açığa çıkan ve iktidar-cemaat savaşı olarak nitelendirilen gelişmeleri siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
     AKP’lilerin çoğunlukla mensup oldukları tarikat Nakşibendiliktir. Cemaat ise Nurcu. Her iki tarikat grubu kökten birbirlerini sevmezler. Sonuçta biri birini kâfirlikle suçlayacak kadar düşmandırlar. Kim ‘böyle değil’ diyorsa, yalan söylüyordur. Çünkü tüm tarikatlara baktığınız zaman, hepsi bir otobüs şirketi gibi, ‘cennete sadece biz götürürüz’ derler. Ama diğerleri kesinlikle götüremezler. Bunların kırılması çok önceden başladı. Sanıyorum 2010 yılında, MİT bir rapor yayınladı. O raporda Türkiye’deki en tehlikeli örgütlerin sıralamasında, Fethullah Gülen örgütünü en tehlikeli örgüt olarak gösterdi. Ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bu raporunu onaylayan da Tayyip Erdoğan’dı. Raporda en tehlikeli örgüt gösterilen Fethullah Gülen örgütü, onun o güne kadar yan yana mücadele ettiği örgüt. Sanıyorum o günlerde de MİT’in başında yine Hakan Fidan vardı. Tabii ki cemaat, kendisini en tehlikeli örgüt olarak gösteren örgütten intikam alacak kadar yetişmiş bir örgüttü. Düşünün o Fethullah Gülen örgütü ile ilgili kim kitap yazmış, kim yazı yazmış, kim aleyhte konuşmuşsa Silivri’deydi. Tabii ki bu arada MİT’e karşı da alttan alttan mücadeleye başladılar. Ardından gelen dershaneler tuzu biberi oldu. Sonra KCK operasyonları sırasında Hakan Fidan’ı tutuklamak ve oradan da Tayyip Erdoğan’a gitmek istediler. Hükümet de bunun önünü kesti. Ama mücadele birbirlerine karşı için için devam etti. Yargı ve Emniyette Fethullah Gülen örgütü çok kuvvetli olduğu için, hükümet bir süre etkisiz kaldı. 17 Aralık operasyonlarında biraz daha uyanık davranmasalardı Bilal Oğlan’ı da kaptıracaklardı. Zaten kaptırsalardı, önünü alamazlardı. Ve ben 17 Aralık’ta Türkiye’nin aslında bir darbeden kurtulduğunu gördüm. Gülen örgütü tam bir darbeye kalkışmıştı. Sonuçta önlediler.
     Bu, iki ortağın ganimeti paylaşamama durumuyla aynıdır. Onların kavgası da çıkar kavgasıydı. Ülke kaynaklarını bölüşme kavgasıdır. Asıl altında yatan neden budur. Ve başlangıcı daha eskiye dayanmakla beraber, kırılma noktası 2010 yılında MİT’in örgütler raporudur.


    . 17 Aralık süreci ile ilgili ‘darbe kalkışması’ görüşünüz, AKP’lilerin görüşüyle örtüşüyor. Fakat AKP’nin, iktidarın ilk yıllarından itibaren seslendirdiği ‘askeri vesayetten kurtulma, darbeler dönemlerinin izlerini silme’ vaatleri ve politikasıyla, kısa süre öncesine kadar kol kola olduğu cemaatin bugün darbeye kalkıştığını savunması, bir çelişki oluşturmuyor mu?
     AKP aslında ‘askeri vesayetten kurtaracağım’, ‘darbeler döneminden kurtaracağım’ derken çok büyük bir yalanı işledi. Şimdi düşünün darbe yapacak generalleri; Şener Eruygur, emrinde binlerce asker var darbe yapmıyor, emekli oluyor köşesine çekiliyor, ‘bana çay getir’ diyecek kimsesi kalmamış. Bu mu darbe yapacak? Ve ya Hurşit Tolon, bir ordu komutanı, emrinde o kadar askerler var darbe yapmamış, kendisine çay getirecek eşinden-çocuğundan başka kimse kalmamış; bu mu darbe yapacak? Ya da İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı, 800 bine yakın mevcudu olan bir orduya hükmediyor, Başbakan’la görev yaparken son derece uyumlu çalışıyorlar ve bu adam istese bir dakikada darbe yapar görevdeyken, emekli oluyor ve ailesiyle baş başa kalıyor. Karısı ve çocuklarıyla mı darbe yapacak bu adam?
     Burada zaten, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın kendi yolsuzluklarını örtme çabasıyla yaptığı bir operasyondu ve darbeyse, Türkiye’ye yapılmış bir darbedir o. Özgürlükler bitti, üretim durdu, insanların malvarlıklarına dolaylı biçimde el konuldu. Kentsel dönüşüm yapacağız diyerek Avrupa’dan para alıyorsunuz, o paranın yüzde 1’ini bile kullanmıyorsunuz ama fakirin, garibin evlerini ellerinden alıp, lüks daireler yapıp satıyorsunuz ve onları açıkta bırakıyorsunuz. Yarın o kentsel dönüşümden dolayı o paralar geri istenecek, neler yaptığınızı raporlamanız istenecek. O zaman ne yapacaksınız, nasıl hesap vereceksiniz para aldığınız yere? Aynı şekilde, tarımla ilgili de krediler, paralar alınıyor ama çiftçiye yansıyan bir şey yok. Ama bunun yanında Ethem Sancak, Remzi Gür ve diğer AKP’li kodamanlar, bir bakıyorsunuz ki birden hayvancılığa başlamışlar. Gelen paraların büyük kısmı, bu AKP’li büyükbaşlara gidiyor. Köylü, çiftçi beş kuruş para bulamıyor ve borç içinde. Bunlara yapılan da bir darbedir. Pamuk üretilmiyor artık Türkiye’de. Sanayi öldü, insanlar işsiz ama uydurma rakamlarla yüzde 9-yüzde 10 gibi işsizlik var deniliyor. Gerçek işsizlik yüzde 30’u çoktan geçmiştir. AKP’nin de burada yaptığı darbedir.

    . Ergenekon Davası’nda bunların tümünün yaşanmasına tanıklık etmiş hatta yaşamış biri olarak; bu yolsuzluk operasyonundan sonra, gerek adı geçen Bakanların, gerekse diğer hükümet yetkilileri ve hükümete yakın isimlerin, ‘soruşturma gizliliği’, ‘masumiyet karinesi’, ‘delillerin tahrif edilmesi’, ‘yasal olmayan dinlemeler’ gibi bazı serzenişlerini nasıl izliyorsunuz?
     AKP yandaşlarının yaptığı yolsuzluklarda tamamının parmağı var. Dolayısıyla kendilerine adalet istediler. Ama kendi istedikleri adaleti istediler. Ve kendilerini korudular. Bu tarafta, ortada bir suç yok, deliller uydurma. Bir örnek, benim ruhsatlı silahıma, örgütü silahlı göstermek için son güne kadar ‘ruhsatsız’ dediler. Ve avukatım 11 defa ruhsatını koymuş. Savcı ruhsatı ek klasörlerde en ilgisiz yere koymuş, fotokopisini zorlukla bulduk. Her defasında ruhsatı mahkemede sunduk. Ama onlar da her defasında her yeni iddianamede ‘ruhsatsız’ yazdılar. Bu birçok insan için geçerlidir, birçok insanın ruhsatlı silahına ‘ruhsatsız’ denildi. Hatta ‘üst aramasında silah ruhsatı çıkmadı’ yazılıyor. Ama üst aramasını koyuyorsunuz önlerine ve orada ruhsatın çıktığı yazıyor. Dolayısıyla bu taraftakilere hukuki anlamda hiçbir dayanacak nokta bırakmadılar. Zaten yapılan her iş hukuksuzdu.
     Birisinin evinde turşu yapımı çıkmış, bu bomba yapımında kullanılacak denildi. Birisinin evinde altın ayrıştırma maddesi çıkmış, bu patlayıcı yapımında kullanılacak denildi. Bunlar bilirkişi raporlarına da aykırı olarak yapıldı. Herkese gizli belge bulundurma iftirası atıldı. Ruhsatlı silahlara ruhsatsız diyecek kadar gözleri döndü. Birçok insanı, olmadıkları yerde toplantıya katılmış gibi gösterdiler. Ve herkes belgeledi. Ama hiçbir şekilde değerlendirilmedi. Katil teşvikçisi Osman Yıldırım serbest bırakıldı, cinayet işlemeyen, hiçbir cinayetle ilgisi olmayan Hurşit Paşa içeride yatıyor. Ve o cinayeti işleyenler, Zirve Katliamı’nı yapanlar da dışarıdalar. Yani bu tarafta hukuk hiç işlemedi, onlarda ise hukuk gereğinden fazla işledi.

    . Eğer bu kopma olmasaydı, yine de yolsuzluk operasyonunun yapılacağına inanıyor musunuz?
     Zaten AKP iktidar olmadan işbirliğine başladılar, 17 Aralık’a kadar bu işbirliği sürdü. Ama bu işbirliğinde cemaat hem Adliye’de hem de Emniyet’te gücünü daha çok fazlalaştırdı. Ve çok iyi bir takiple tüm AKP’lilerin yaptıklarını bir bir kontrol altına almış. Haklarında bilgi, belge toplamış, neler yaptıysa hepsini kaydetmiş ve bir yere stoklamış. Tabii ki bu stoklama ilk çatlakta ortaya çıktı. Eğer onlar bunu hukuk için yapsalardı, bu ayrışma başlamadan önce yapmaları gerekiyordu. Dolayısıyla bu, kavganın sonucudur. Bir tarafta yolsuzluk yok mudur, fazlasıyla vardır. İşte biz de o yolsuzlukları kavgadan dolayı öğrenmiş olduk. Eğer bu ayrışma olmasaydı, o yolsuzluğun üzerine yatacaklardı. Ama ayrışma olunca yolsuzluğu bir bir ortaya dökmeye başladılar. Hatta taksit taksit çıkarıyorlar. Ve ellerinde daha ne dosyalar olduğu çok açık bir şekilde anlaşılıyor çünkü Tayyip Erdoğan’ın ‘İnlerine gireceğiz’ demesinin üzerinden aylar geçti, giremiyor. Çünkü hareket ettiği anda karşı taraf başka bir dosyayı ortaya çıkaracak. Ve o söylediği sözü de bu nedenle yerine getiremeyecek. Şimdi birbirlerine yalancı pehlivanlar gibi elense çekiyorlar. Her ikisinin elinde de birbirleriyle ilgili çok önemli dosyalar var.

    . Cemaatin, Amerika-İsrail güdümünde ve faydasına çalıştığı yönündeki iddialara katılıyor musunuz?
     Tabii ki kesinlikle… Cemaat de, AKP de, Amerika ve İsrail’in taşeronudur. Bunun aksini söylemek mümkün değildir. Bugün Tayyip Erdoğan eliyle Kaddafi katlettirildi. Tayyip Erdoğan eliyle Saddam katlettirildi. Ve en son İsrail’in en büyük düşmanı Suriye’dir. Tayyip Erdoğan’ın söylemlerini İsrail Suriye’ye söyleseydi, tüm Araplar İsrail’in gırtlağına basardı. Ama ‘One minute’ oyununun ardından Tayyip Erdoğan söyleyerek, Arapları ve bu işe karşı çıkacakları da yanlarına aldılar. Bugün Suriye’nin çökertilmesi demek, İsrail’in güvenliğinin birkaç kat artırılması demektir. Orada yapılanların hepsi, sadece ve sadece İsrail’e yarıyor. Cemaate baktığınız zaman, besleyeni İsrail’dir. İsrail’e bağlı istihbarat örgütü gibi çalışan ADL’nin Başkanı Abraham Foxman Fethullah Gülen’e, “İslam’da hoşgörüyü öne çıkaran kitap yazın” diyor. Fethullah Gülen anlatıyor bunu, hem de övünerek... Bir Yahudi, nasıl İslam’da hoşgörüyü anlatan bir kitabın siparişini verebilir? Hadi o veriyor, nasıl kendini İslam Âlimi olarak tanıtan birisi böyle bir şeyi övünerek anlatır? ADL’nin Yahudi olmayan hiç kimseye vermediği bir ödülü Tayyip Erdoğan’a neden verdiler? Yahudi olmayan hiç kimseye verilmemiştir. Tek istisna Tayyip Erdoğan deniliyor. Ama tabii ki o da istisna değil.
     Tayyip Erdoğan Amerika’ya gidip Yahudi topluluklarıyla konuştuğu zaman “Beni İstanbul Yahudilerine sorun” demiştir. “Ben de sizdenim” dedi. Ve onlar için çalışacağını taahhüt ettiği için de o ödülü aldı. Dikkat edin, Rumlar bile Tayyip Erdoğan için “Bizim çocuk” diyorlar.

    . Ama aynı Erdoğan, Soma’da yaşanan faciadan sonra oradaki ziyaretleri sırasında, İsrail ile ilgili ağır bir küfür etti. Hem “Ben de sizdenim” diyecek, hem de sonra o ağır küfür… Ne denilebilir?
     Göz boyamak… Yalova’yı İsrail’in çöplüğü haline getirdi. İsrail dünyanın hiçbir yerinde bulamadığı nükleer çöplüğü Yalova’da buldu. Dünyanın hiçbir ülkesi izin vermedi nükleer atıklarını atmasına ama Türkiye verdi. Bakın ithalat-ihracat dengesi, hep İsrail’in lehine çalışır. Ve o da bunun kamuflesidir. İsrail, Suriye’deki militanlara bu kadar silah yardımı yapabilir miydi? Mümkün değil. Kime yaptırıyor? Taşerona.

    . Yani, Türkiye ve MİT mi?
     Kesinlikle… Bizim ne işimiz var Suriye’de? Niye İsrail için çalışıyoruz? MİT Başkanı diyor ki, “Oradan bir bomba attırırım Türkiye’ye, ondan sonra da ortalığı karıştırırım.” Böyle bir adam bırakın Türkiye’yi, dünyanın hiçbir yerinde çaycı yapılmaz. Kendi ülkesine daha fazla nasıl ihanet edebilir ki bir insan? Ama hepsi İsrail menfaatleri için yapılmıştır. Ve yapılıyor da…

    . Geçtiğimiz günlerde, Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, “AKP hükümeti, birçok faaliyeti ile kapatma davası için şartları oluşturmuş durumda” dedi. Sizin kitaplarınız, hem Refah Partisi Davası’nda, hem de Gülen ile ilgili davada delil olarak kullanılmışlardı. Bugün için AKP ve cemaatin yargı önünde hesap vermesi konusunda neler söylersiniz?
     Sabih Kanadoğlu yeni oluştuğunu söylüyor ama AKP’nin kapatılması bundan yıllar önce net bir şekilde vardı. Siyasi Partiler Kanunu’na baktığınız zaman, en az bin defa kapatılmayı hak etti. Cemaat zaten, biz hep söylüyoruz, terör örgütüdür. En son şimdi Başbakan da, herkes de söylüyor. Bunların kesinlikle yargılanması gerek. Siyasi Partiler Kanunu açın, AKP’nin yaptıklarına bakın, direkt kapatmayı gerektiren, yoruma yer vermeyen birçok madde ile karşılaşacaksınız. Anayasa suçlarını işledikleri düşünülürse, durum daha da vahim. Onun yanında vatana ihanete varan uygulamaları var. Her yönüyle mutlaka yargılanmaları gerekiyor. Zaten Tayyip Erdoğan da bunu bildiği için son koz Cumhurbaşkanlığına oynamaya çalışıyor. Oynayamazsa işi zor.

    . Siz Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
     Yine büyük kavga olacak. Bir önceki seçimde, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına adaydı. Abdullah Gül ismi geçmiyordu. HSBC saldırısı oldu, orada gözden kaçan bir isim var, saldırıda ölen: Roger Short. İngiliz Büyükelçi ve AKP’nin dışarıdan kurucularından biridir. Ve AKP’nin kurulacağı müjdesini veren ilk insandır. Ve o grup Abdullah Gül’ün yanındaydı. Onun üzerine Abdullah Gül yarışmadan çekilmiş gibi durdu. Taa ki, Güven Hastanesi önündeki balyoz olayına kadar… O gün Emine Erdoğan korumalara, “Gecesi çok zor geçti, dikkat edin” dedi. Orada kriz geçirdi, 6,5 saat gitmedi. Fakat orada en ilginç açıklamayı Abdullah Gül yaptı, Tayyip’in yanağını okşayarak “Sen artık Cumhurbaşkanlığını unut” dedi. Ve onun üzerine Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı öne çıktı ve Cumhurbaşkanı oldu. Yine buna benzer olaylar yaşanacaktır. Ve sonuçta yine Tayyip Cumhurbaşkanlığını kaybedecek. Kesinlikle olamayacak. Muhalefetin de bir isim çıkarabileceğine inanmıyorum. Yine Abdullah Gül devam eder.

    . Özellikle Takunyalı Führer adlı kitabınız çok tartışılmıştı. O kitapta Rum ya da Yahudi olmayı suçmuş gibi gösterdiğiniz iddia edildi. Ne diyorsunuz bu eleştirilere? Rum ya da Yahudi olmak suç mu sizin için?
     Bu da Ergenekon Operasyonları’nın ve Tayyip Erdoğan’ın sindirme tutumlarından sonra gelişen bir olay. Eskiden herkes için yazarlardı. Ama şimdi Tayyip söz konusu olunca ayıp denmeye başladı ki, öncelikle Tayyip Erdoğan’ın kökünün açıklanması gerekiyor. Öncelikle şunu söylemem gerekir; hiç kimsenin Yahudi, Rum, Ermeni olması suç değildir. İnsanın insan olması en önemli etkendir. İnsan insansa değerlidir. Bunların öne çıkmasının nedeni, Tayyip Erdoğan çocukluğundan Başbakan olana kadar geçen dönemde, Bülent Arınç’ın sözleri dahil, hepsinin sözleri dahil, şunu işlediler; “Yahudilerle Türkler savaşmadan kıyamet kopmayacak.”
     “Hatta bu savaşta, ağaçların arkasına saklanan Yahudileri, ağaçlar ihbar edecek” diyerek oy toplayıp iktidar oldular. Şimdi aynı adam gidiyor Gürcistan’a, “Ben Gürcü’yüm eşim Arap” diyor. Bunu söyleyen Türkiye’nin Başbakanı. Ve bunu başlatan kendisidir. Soy kütüğüne bakıyorsunuz, yalan söylüyor. Karısı Arap değil, Yahudi kökenli. Bunu şimdi, “Senin karın için söylediğin şey yalan” demek suç mu? Nüfus kayıtları ve belgeleri ile yalanını ortaya çıkarıyorsunuz. Kendisi “Gürcüyüm” diyor ama o zaman Gürcü Yahudisi olduğunu da söyle. Sen bunu Gürcistan Devlet Başkanının karşısında söyleme ihtiyacını neden duyuyorsun? Bir taraftan bazıları da hem “Gürcüyüm”, hem “Rumum” diyorsun, bir adam hem Gürcü hem Rum nasıl olur diye soruyorlar. Bunu söyleyenlerin kafası da öylesine dağılmış ki, adamın anası Gürcü babası ise Rum. Tayyip Erdoğan, “Babam kaptandı” diyor. Ben biliyorum ki değil. Çünkü benim babam aynı yerde kaptandı. Ve o dönemdeki tüm kaptanları isim isim çocukları ile birlikte tanırım. Çünkü sayıları çok azdı. Ve kitabımda yazdım, “Senin baban kaptan değil, şu işi yapıyordu” dedim, o tarihten beri babasının kaptan olduğunu dahi söyleyemiyor. Kendisiyle ilgili yalanlar ortaya çıkınca, “Vay efendim Yahudiliğe saldırdı” diye olayı gargaraya getirmeye çalışıyor. Bir Başbakan, gidip Gürcistan’a “Ben Gürcüyüm” diyorsa, onun artık kökeninin açıklanması lazım. Ve ya “Eşim Arap” diyorsa, Arap mı değil mi açıklanması lazım. Ben onların açıklamalarından yola çıkarak işin doğrusunu ortaya koydum, yalan söylediklerini belgeledim. Yoksa birisini Yahudi, Rum, Ermeni olduğundan kınamayı asla aklıma getirmem. Çünkü hiç kimse doğarken tabiatını seçemez. Önemli olan insanın insan, adamın adam olmasıdır.





(sabriye aşır)
 
 
Yorumlarınız
 
IP   54.224.124.217  
Ad Soyad*
Yorum*
Güvenlik Kodu:
Güvenlik Kodu  
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.  
 
 Günün Diğer Gelişmeleri
28 Mart 2024
Kdz. Ereğli Belediye Başkanı ve CHP Belediye Başkan Adayı Halil Posbıyık, seçim gezileri kapsamında ..
28 Mart 2024
Kdz. Ereğli Belediye Başkanı Halil Posbıyık, Dünya Down Sendromu Olimpiyatları’nda Masa Tenisi Branş..
28 Mart 2024
Birleşik Kamu-İş Genel Sekreteri Özgür Aras, 31 Mart Yerel Seçimleri’nin ardından dar gelirliler içi..
28 Mart 2024
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi (ZBEÜSEM) tarafından düzenlenen Marka Ve..
28 Mart 2024
Seçime sayılı günler kala hız kesmeyen AK Parti Kdz. Ereğli Belediye Başkan Adayı İbrahim Sezer, ber..
28 Mart 2024
İYİ Parti Kdz. Ereğli Belediye Başkan Adayı Murat Sesli, Belediye Meclis Üyesi Adayları ve Kdz. Ereğ..





 
Anasayfa | Sık Kullanılanlara Ekle | Yayın İlkeleri | Künye | Reklam | Facebook | Twitter | İletişim
ereglibulteni© 2012-2024 Tüm Hakları Saklıdır