Son günlerde Zonguldaklı iki yazarın, ülkenin farklı iki coğrafyasında, bambaşka zamanlarında geçen, iki romanını okudum peş peşe. İkisinin de ana teması “acı”ydı. Bunlardan ilki, Fırat Mehmet Eroğlu’nun Kurgu Kültür Merkezi Yayınları arasında çıkan, “Gölge Gününün Azabı …Ve Ateşin Gül Serinliği” adlı kitabı; diğeriyse Metin Köse’nin Doğan Kitap’tan çıkan ve Zonguldak madenlerinde ikinci mükellefiyet yıllarını anlatan “Göl Dağı” adlı eseriydi. Uzun zamandır elimde duran ve programıma aldıklarımı bitirdikten sonra ancak sırası gelen “Gölge Gününün Azabı”nı ne yalan söyleyeyim, çok zorlanarak okudum. Önceki kitaplarından aşina olduğum bir üslup ve düzgün bir Türkçe ile yazılmasına karşın, “sular seller gibi” okuyamadım nedense. Okuması zor olan ve kesinlikle “okuma işçiliği” isteyen bir kitaptı çünkü. Bunda, zaman kiplerinin bilinçli olarak birbirine karıştığı, anlatıcının sürekli değiştiği, zaman zaman sentaksı bozma pahasına dil oyunlarının yapıldığı bir yazım tekniğinin kullanılmış olması kadar dört yüz altı sayfalık kitabın, oldukça küçük sayılabilecek bir yazı karakteri ile dizilmesinin payı da vardı elbette.
Okumaya çalışan birkaç arkadaşım da aynı güçlükleri yaşadığını söyleyince, daha derinlerde yatan başka bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, arka kapakta yer alan tanıtım yazısı yetişti imdadıma. “Olayları olduğu gibi anlatmak yerine, o olaydan bilinç altına kalan bir izi yeniden canlandırmak amacıyla çeşitli ‘imgeler’ çıkararak ve de olaylar arası simgesel iç bağlantılarla yansıtmayı deniyor.” yazılıydı bir yerinde. Bu tümceler, okura, nasıl bir okuma yapması gerektiğinin ipucunu veriyordu sanki. Romanın kilidini çözecek anahtarı bulmuştum. Bulduğum izde farklı bir okuma yaparak yürüdüm ve derin bir “oh” çekerek de kitabı bitirdim. Kapağını kapadığımda, Mehmed Uzun’un “Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık” romanından arta kalan tatlar kalmıştı ağzımda. Farklı betimlemelerle anlatılmış olsa da aynı ruh hali ile kutsanan aynı coğrafya, aynı büyük acı, “kelâm” üreten dengbejlere özgü aynı anlatım dili…
DOĞANIN DİLİNİ İYİ BİLİYOR Ölümün sıradanlaştırıldığı bir coğrafyada, “Acının gergefinde ömürlerini, ömürlerinin gergefinde ise acıyı ve umdu işleyen” bir halka reva görülen büyük zulmü dile getiriyor Fırat Eroğlu kitabında. Ülkenin bir coğrafyasında, acının bilgeleştirdiği “topraktan öğrenip kitapsız bilen” insanların, ellerinden acımasızca alınan hayata tutunma çabasını anlatmak istiyor sızılı bir dille. Zalimlerin kol gezdiği bir coğrafyada kendilerine değil yalnızca, toprağına, ağacına, suyuna, hayvanları ile bin bir renkli çiçeklerine de zulmedilen insanların, acıdan oyuk oyuk olmuş hayatlarına ayna tutmaya çalışıyor. Son derece politik bir olayı, siyasetin her türlü fikri sloganlaştıran sığlığına düşmeden öykülemeyi de başarıyor. Konu edindiği insanı iyi tanıyor çünkü. Okurunu peşinden soluk soluğa bir yolculuğa çıkardığı toprakları yakından biliyor, insanının değil yalnızca doğanın dilinden de iyi anlıyor.
Eroğlu’nun, akıl almaz zulme, yokluğa, yoksulluğa tevekkülle boyun eğen insanların tüm zorluklara göğüs germesini sağlayan inançlarını, “o yücelerin yücesine karşı” içlerinde her türlü zaman ve mekandan münezzeh olarak taşıdıkları büyük sevgiyi, can korkusunun çok üstüne çıkan o yüce korkuyu görünür kılmak, kutsamak gibi de bir derdi var galiba. Kendisi de öyle mi düşünüyor, yoksa gerçeklik duygusu katmak için o coğrafyada yaşayan insanların bir profilini mi yansıtmak istiyor bilmiyorum ama satırların arasına sızan tevekkülün zulmü gölgelediğini, yaşanan o büyük acıyı bir ölçüde de olsa görünmez kıldığını söylemek isterim. İnsanların yaşama tutunmak için harcadığı çabayı zalimlere karşı açılmış bir isyan bayrağı olarak gösterse de, roman kahramanlarının kendilerine reva görülen zilleti hiç başkaldırmadan kabullenmiş olması buradan geliyor zaten… Haddim olmayarak söylemek isterim ki, yerel sözcüklerin sıkça kullanıp, yörenin anlatım geleneğine sadık kalarak kaleme alınan “Gölge Gününün Azabı …Ve Ateşin Gül Serinliği”, adı da içinde bir parça sadeleşip gereksiz yüklerinden arınsa edebiyatımızın sözü edilen yapıtlardan biri olur kesinlikle…
GÖLDAĞI YENİ BİR ŞEY SÖYLEMİYOR “Gölge Gününün Azabı… Ve Ateşin Gül Serinliği” nasıl zor okunuyorsa, “Göl Dağı” bir o kadar kolay okunuyor. “Bir solukta okunan” romanlardan söz edilir ya, Metin Köse tam da böyle bir kitap çıkarmış ortaya. İki yüz seken üç sayfalık kitabı, birkaç günde okuyuverdim bu yüzden. Bir önceki kitabın acısı çıkmadan bir başka acıyı dorukladım içimde. “Ölümlerden gelip ölümlere giden kent”imin en zor, en çileli zamanlarını anlatılıyordu çünkü. Okurken, nasıl bir ülkede yaşadığımızı düşündüm uzun uzun. Etnik kökenin, coğrafyan, hatta dilin değişse de, uğradığın zulmün adı da, rengi de, dili de aynı kalıyordu ne yazık ki. Tıpkı tanrı inancı gibi, acı da, her türlü zamandan ve mekândan münezzehti galiba bizim ülkede. Kentimin dinmek bilmeyen yağmurları gibi insanların gözyaşları da biteviye suluyordu toprağını.
Bir önceki kitabını eleştirdim diye telefon listesinden adımı silen Metin Köse yine kızacak bana. Ama üzülerek yazmak zorundayım ki, roman mı, yoksa bir tarih kitabı mı, bir türlü karar veremedim ortaya koyduğu ürüne. Onun yerine ben olsam, adına “Göl Dağı” değil “haberzonguldak2” koyardım ayrıca. Saffet Can’ın, “Sitemizde yasak, telif vs. yoktur!.. Tüm yayınlarımızı bizden izin almaksızın kendi çalışmalarınıza ve sitenize güvenle aktarabilirsiniz” sözünden cesaret bularak, orada ne varsa romanına aktarmış galiba. “Göl Dağı”nın omurgasını bu sitede yazanlarla Sabire ve Hulusi Dosdoğru’nun “Sağlık Açısından Maden İşçilerimizin Dünü ve Bugünü” adlı kitap oluşturuyor çünkü. Buna Kadri Yersel’in “Madencilikte Bir Ömür” ile Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur’un hayatına dair yazılanları da eklediğimizde muhtemelen hayatından kesitlerden oluşan 70’li yıllar için yazdıkları dışında kendine ait tek bir sözcük bile bulunmuyor.
Köse, her yazarın yapabileceği teknik yanlışlara, dönemsel hatalara da bolca düşmüş bu kitapta. Bunları olağan karşılasak bile örneğin Zonguldak’taki ilk grevin öncüsü olarak tarihe geçen kişiden “Emin Dayı” diye söz etmesi bir dikkatsizlik olarak kabul edilemez. Ondan pek çok kişi “Laz Emin”, “Eminzade Emin Efendi” ya da “Emin Erkişi” diye söz etmiştir ama “Emin Dayı” tanımlaması tümüyle Saffet Can’a aittir Kitabının adı olduğu gibi, sitesinde e kitap olarak da halen yayındadır… İçinde hele bir “Mukim Tahir” hikâyesi var ki, internetten birebir kopya tümüyle. “Göl Dağı” için bunun gibi pek çok arazdan söz etmek mümkün ama köşemin sınırlarını yine çok aştığım için son cümle olarak şunu söylemek isterim. Şayet bugüne kadar Zonguldak tarihi için hiçbir şey okumadıysanız kitabı şiddetle öneririm size. Yok, ben epeyce okudum diyorsanız, aman dikkat, canınız sıkılabilir bir parça…
Yorumlar?n?z;
»
Bence cok guzel -
haci gulle /
29 Aralık 2015- 17:00
»
selam olsun sana. nicedir okumadığım güzellikte yetkinlikte bir eleştiri kaleme aldığın için. gözlerim doldu sevgili Ahmet. sağ olasın, yazıyla kelamla var kalasın. -
fırat mehmet eroğlu /
15 Aralık 2012- 04:17
»
ahmet senin yorumlarını okumak bile insana haz veriyor -
erdal demircan /
10 Aralık 2012- 19:27