Hayat yaşayamadıklarımızın ederi kadar, dedi bir gün adam. Kadın güldü. Kendini içi boş, dışı eğlenceli dünyasında düşündü.
Yaşayamadığı, yaşamaya izin vermedikleri kaç şey vardı. Önündeki kocaman günlerine baktı. O güzel, su gibi akan uzun yaz akşamlarını, ağustos böceğinin şarkılarını, uzansa tutuluverecek gibi olan yıldızı düşündü. Bir de bütün bunları bir çırpıda silip süpüren kara kışları... Kahvesinden bir yudum daha aldı, kadın.
Adam çoktan susup, kaybolmuştu. Hep böyle yapardı. Bir cümle kurar, anlamını kadına bırakırdı. Birçok erkeğin yapamadığı şeyi, bu adam yapardı. Bilirdi kadınlar bu hayata anlam katmak için gönderilmişti. Tıpkı vazonun içindeki mavi güller gibi...
Gözlerini sımsıkı kapattı kadın. Rüzgarın tenini okşamasına izin verdi. Şimdi o, koskoca dünyanın tek efendisi, tek yaşayan kadınıydı. Hafifçe gülümsedi. O an öylece zaman dursa ne güzel olurdu; ama işte böyleydi bu bulmaca. Her şeyin bir sonu vardı ve sadece sevmedikleri kalırdı aklında. Oysa ne güzel günleri geçmiş, ne çok gülmüştü. Ne çok kanamış, damarlarını kesmiş, ruhunu koymuştu ortaya.
Adına zaman denen bu giyotinde kaç kalbi uçurmuştu? Dileğini astığı o kuru ağaca ne olmuştu peki? Çoktan uçmuş muydu gökyüzüne ya da kaybolmuş muydu toprağın kucağında? Nereye saklamıştı hayat, pusulasını...